Adı; Şahmeran
Seri Adı; Yabancı #1
Yayınevi; Pegasus Yayıncılık
Yayın Tarihi; 1 Nisan 2016
Sayfa Sayısı; 600
Goodreads Puanı; 4,25
Benim Puanım; 4
Tanıtım
Sen cennetin varlığından gurur duy, ben cehennemi istiyorum.
Yağan kar şiddetini gitgide artırıyor, koyu renk saçlarıma tutunan kar tanelerinin sayısı çoğalıyordu. Konuşmadı, konuşmadım. Sessizlik... Aramızda her daim geçerli olan bir alfabeydi sessizlik. Ben de bu alfabeye bir kez daha boyun eğdim ve uzun, titreyen parmaklarımı avuçlarımın içine bastırdım. Elimi yanıma indirdiğimde avuçlarımda eriyen kar yere damladı...
Rengi, kan rengiydi.
Rengi, kaybın rengiydi.
Rengi, bir cinayetin rengiydi.
Konusu
Ankara Emniyet Genel Müdürü'nün oğlu Atalay Güngör bir çatışmada Türkiye'nin en başarılı avukatlarından Levent Çağıran'ı öldürür. Levent Çağıran'ın oğlu Ediz babasının katilinden intikam almak için Atalay'ın kardeşi Doğa'yı hedef alır. Önce öldürmek üzere yola çıkan Ediz, Doğa'yı görünce planını değiştirir ve ölümünü erteler, kızı kaçırır.
Yorumum
Yorumumu yapmaya başlamadan önce aklımda sürekli dönüp duran bir soru vardı. Ben bu kitabı neye göre değerlendireyim. Wattpad hikayesi olarak mı, Pegasus'dan çıkmış bir roman olarak mı? İkincisine karar verdim ve nasıl diğer romanları enine boyuna eleştiriyorsam bunu da öyle eleştireceğim.
Önce beğendiğim yerleri söyleyeyim. İlk göze çarpan özellik yazarın kalemi. Kesinlikle Öznur Yıldırım'ın mükemmel bir kalemi, yazım tarzı, betimleme gücü ve karakter oluşturma tarzı var. Bunu kimse inkar edemez. Yazarlığa devam edecekse Türkiye'ye çok başarılı bir yazar katıldı demektir. İlk kitabı olarak bence Yabancı hakikaten güzel bir kitap. Doğa'nın duygularındaki değişimin tutarlı olması, saçma bir aşk hikayesine dönmemesi çok hoşuma gitti.
Gelelim beğenmediğim ve geliştirilmesi gerektiğini düşündüğüm yerlere. Öncelikle ben Hatay'ı bilen birisi olarak eleştireceğim yerler şunlar; ilk başta Ediz'in anneannesinin şivesi kafadan sallama. Öyle bir Antakya konuşması yok. "Levent Bey oğlum"ya da "neyleyelim biz Ankara'da"gibi cümleler kullanmaz Antakya halkı. Neyleyelim ne demek yahu. "Nedicik, nedek, ne yapak" dese, tamam Antakya, ama neyleyelim diye bir şeyi mümkün değil duyamazsın. Hadi bunu geçtik, mekanlar ne alaka? Adamlar Reyhanlı sınırında polisten kaçıyorlar Asi Nehrine geliyorlar, İskenderun sokaklarında birilerinden kaçıyorlar sonra telefon çalıyor Uygar diyor ki "Ne bileyim abi ben Antakya sokaklarını". Antakya merkez ilçedir. Hatay sokaklarını dese yine tamam ama Antakya sokakları dediğin yerle İskenderun'un alakası yok. Palladium Alışveriş merkezine gidiyorlar Doğa diyor ki Ediz'e sen git ben eve yürüyerek gelirim. Ev İskenderun'da Gidemezsin kızım yürüyerek arada dağ var, aşamazsın o dağı yürüyerek.
Diğer beğenmediğim yer mantık hataları. Bu kız kitabın başından itibaren telefon arıyor sonra bir bakıyoruz evde internet varmış. İnterneti sadece yemek tarifine bakmak için kullanıyor. Kendi kendine diyor ki acaba aileme haber versem mi? Sonra da diyor kaçamam Ediz abimi öldürür. İyi de sen kaçmaya karar verdiğinde de evde internet varmış ne diye telefon derdine düştün? Kaçamayacağı kesin olarak belli olan zamanlarda kaçtı, kaçabileceği yerlerde kaçmadı. Sanki aslında kaçmak istemiyor da maksat, kaçtım olmadı demek olsun diye kaçtı gibi geldi bana.
Doğa'nın bir kadın hastalığı var. Her ay normalden kat kat fazla adet sancısı çekiyor. Kitabın sonundan kız hastalanıyor, ilaç kullanamıyor üstüne bir de soğukta kalıyor. Sabah uyanıyor berbat halde. Sonra olaylar öyle bir gelişiyor ki... Bunlar bir otele geliyorlar, Doğa banyoya giriyor, üzerini değiştiriyor, banyodan çıkıyor ve hastalık unutuluyor. Bıçak gibi kesiliyor mevzu. Kız o halde kuaföre gidiyor, üniversite kutlama yemeğine katılıyor, hırpalanıyor, Ediz tarafından zorla soğuk suya sokuluyor... Eee hani bu hastalık çok fena ağrı yapıyordu. Bir önceki hastalık döneminde sırf seni sıcak tutsun diye bir hafta Ediz'le uyudun. Her gece sıcak su torbası olmadan uyuyamadın filan. Nasıl oldu da ağrı kesici ilaç bile almadan tek gecede iyileştin?
Daha ufak tefek mantık hataları çoktu da hepsini not almamışım, aklımda olan bunlar.
Eğer bir roman olmasaydı, özellikle böyle büyük bir yayınevinden çıkmış olmasaydı belki bu durumlar göze batmazdı. Ama artık Wattpad hikayesi olmaktan çıkmış, karşımıza roman olarak gelmişse ben bunlara dikkat ederim.
Gelelim Ediz ve Doğa'ya. Ediz sevdiğim bir karakter olmadı şahsen. Birisi bana öyle davransa sebebi ne olursa olsun, haklı da olsa ben o adamı sevemem, kimse kusura bakmasın. Doğa da zaten birden bire aşık olamadı. Hatta kitap bitti hala aşık olduğunu kendine bile itiraf etmedi. Sorsan hala nefret ediyor. Zaten kitabı sevme nedenim okumaya devam etme nedenim Doğa. Bu güne kadar okuduğum kitapların içinde en çok kendimi bulduğum, kendime benzettiğim karakter Doğa oldu. Neden, bilmiyorum. Doğa'da bu kadar çok kendimi bulmamış olsaydım büyük ihtimalle kitabı böyle sevmezdim. Tüm hatalarına rağmen kitap benim için tüm zamanların favorisi çünkü Doğa benim için yazılmış bir karakter gibi. Sanki birisi yazara beni anlarmış o da bu karakteri yazmış gibi. Neden bilmiyorum belki çoğu insan öyle düşünüyordur ama benim için durum bu. Kitapta alıntı olarak işaretlediğim yerlerin neredeyse hepsi Doğa'nın kendiyle ilgili betimlemeleri, çıkarımları.
Kitabı okumayı düşünüyorsanız ben okuyun derim. Çünkü hem yerli yazarlara destek olmak hem de güzel bir aşk/macera kitabı okumak isterseniz dikkat edilmesi, göz önüne alınması gereken bir kitap. Öznur'un kalemi ile herkes tanışmalı.
İkinci kitabı sabırsızlıkla bekliyorum.
Alıntılar
Tek istediğim kaçmaktı. Anlamsız olduğunu bile bile kaçmak. Uzaklaşmak istiyorum her şeyden, en çok da kendimden.
Oysa soluk soluğa ona doğru kaçtığım geleceğim bile geçmişimin pençe izleriyle doluydu.
Bazen merak ediyordum: Herkesin dünü zamanın tek bir anısıyken ve ufak bir anı bile geleceğe gölge düşürüyorken, insanlar gelecekte nasıl umut görebiliyordu?
Ruhumdaki yaraları, roman sayfalarındaki hayallerle sarardım, kitaplardaki hisleri bir gün birinin bana yaşatacağına inanarak yoluma devam ederdim. Fakat umutlarımı ve inancımı çürüme noktasına getiren zaman, romanlara karşı olan güvenimi bile benden çalmıştı.
Ben, ruhu harflerin gölgesiyle kamçılanmış okuyucuydum. Sayfalarda ruhumun ölümüne tanık olmamla birlikte intiharın kör yakısında sağır olmuştum ve gerçek hayatın seslerini kaybedip satırlara hapsolmuştum.
Gözlerimde biriken tecrübeler orada katılaşıp sert bakışları da beraberinde getirdiğinde insanların bana karşı hissedebilecekleri merhameti kaybetmiştim.
Ben o umursamaz, sert ve genellikle insanların yaklaşmak istemediği kızdım; her ne kadar umursamaz, sert ve insanlara nefret besleyen biri olmasam da.
Kelimeler... Bu noktaya gelebilmişken kelimelerin boş bir sayfaya bile can verebilen o gücüne ihtiyacım vardı.
Bakışları canlı tutan duygunun umut olduğunu fark ettiğim gün ile o umudu kaybettiğimi anladığım gün aynı gündü.
Nedenini bilince sizi boğan o kızgın dalgalardan hesap soramıyordunuz.
Benim hayatımda renklerin yeri yoktu, güneşi kabul edersem tenimi yakar, beni kuruturdu.
Saniyeler, bedenimin yaşadığı şiddetli depremin etkisini alıp götürmüştü ama oluşan enkaz o kadar kötüydü ki çoğu şey yıkılan betonların altındaydı; buzdan duvarlarım bile yıkılmıştı ve ne olursa olsun tepkisiz kalmayı seçen Doğa, o tuğlaların altında kalmıştı.Hislerim kan kaybediyordu.
Çığlıklar, sakat kalan ruhların ninnileriydi.
Ölüm, sayıklamaları...
Bazı ruhlar vardı ki karanlıkta var olan, aydınlığı unutan; acıyı kucaklayan ve kurtarılma arzusundan sıyrılan.
Şahmeran.
İçinde sakat bir ruh taşıyan o bedenin adı buydu.
0 yorum:
Yorum Gönder